Yaşanan deprem felaketi sonrası elbette hiçbir şey aynı kalmayacak.
Yaşam biçimimiz ve düşünce tarzımız değişecek.
Türkiye’de deprem sonrası dönem yaşanırken biz deprem öncesi dönemi yaşamaktayız.
Belli belirsiz bir panik havasındayız.
Umarım kısa sürer.
Çünkü ne kadar bir süremiz olduğunu bilmiyoruz ve yaşamadan da asla bilemeyeceğiz.
Şimdilik neler yapmamız gerektiği üzerine yoğunlaştık.
İyi gidiyoruz.
Umarım bozulmaz.
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Bunu söylerken değişimi yaratacak olanın bizler olduğunu vurgulamak lazım.
Yani, birşeyler durduk yerde kendiliğinden değişmeyecek.
Biz değişeceğiz ve biz değiştireceğiz.
Kısa ve uzun vadeli hedeflerimiz dahil olmak üzere.
Kısa ve orta vadede yapmamız gerekenler belli.
Yavaş yavaş netleşiyor.
İşin bir de uzun vadeli hedefler yönü var.
Mesela iç ve dış politikalar konusunda.
Partilerimiz tüm siyasi parametrelerini gözden geçirmelidirler.
Halk için ve ülke için ne istediklerini tekrardan bir kağıda yazsınlar ve defalarca okusunlar.
Okudukça bazılarının anlamsız kaldığını mutlaka göreceklerdir.
Görecek ve anlayacaklardır.
Neyi mi..?
Bunca zamanı boşa geçirdiğimizi..
Ömrümüzü boşuna heba ettiğimizi.
İzolasyon ve ambargolar altında olan bir ülkenin hedefleri acaba bunlar mı olmalıydı..?
Temel soru bu olmalıdır.
Ve bu soruya samimiyetle yanıt verilmelidir.
Eskilerin dediği gibi, şapkayı önümüze koyup tekrar düşünmeliyiz.
Neleri istedik, diye.
Neler yaptık, diye.
Ambargo ve izolasyonlar altında olan bir ülkenin ve onun halkının elbette en temel hedefi bu durumdan kurtulmak olmalıdır.
Bunu istemeli, planlamalı ve bunun için çalışmalıyız.
Yaptık ama yanlışlarla dolu bir şekilde.
Avrupa Birliği’nin önce vaat ettiği ama sonra önümüze koymaktan vazgeçip kaçırdığı “Doğrudan Ticaret Tüzüğü” bizi büyük bir yanlışa sevk etti.
Aynı “Yeşil Hat Tüzüğü” gibi.
Her şeyi paraya endeksledik.
“nasıl daha fazla para kazanırız” gaylesi bizi bizden aldı.
Bir türlü kendimize gelemedik.
Zaten bir sonuç da elde edemedik.
Keşke işe paradan başlamasaydık.
Önümüze “Yeşil Hat Tüzüğü”nü koyduklarında, “Doğrudan Ticaret Tüzüğü”nü vaat ettiklerinde kibarca “no, thank you” deyip istemeseydik bugün çok farklı bir durumda olurduk.
Ama elbette “istemem, teşekkür ederim” derken, örtaya farklı bir şeyler de koymak lazımdır.
Yani biz o günlerde maddiyata dayalı düşünmek yerine, doğrudan halkın yaşamına etki edecek hedefler planlamalı, bunlar için taleplerde bulunmalı ve çalışmalıydık.
En başta da spor ambargosunun kalkmasını talep etmeliydik.
Profesyonel ya da üst klasmanda olmasa bile okullar ve amatör branşlar ile güzel bir başlangıç yapabilirdik.
“para kazanmak istiyoruz” demek yerine “gençlerimizin spor yapmasını istiyoruz” diyebilseydik keşke.
Ama yapmadık..
Paranın büyüsüne kapıldık.
Bize yatacak kadar bir ekonomimiz zaten var.
Ama gençlerimizin uluslararası spor yapabilme şansları yok.
Çünkü ambargo ve izolasyonlar var.
İnsan haklarına aykırı bir şekilde bu ülkenin gençleri engelleniyor.
Çalışmaya keşke buradan başlasaydık.
Başlamadık, yapmadık..
Buraya kadar böyle geldik.
Ama bundan sonrasını değiştirebiliriz.
Bu konuda çalışabilecek uluslararası bilgisi ve tecrübesi olan yeterli insan kapasitesine sahibiz.
Derhal bir spor bakanlığı tesis edilerek tek çatı altında çalışmalara başlamalıyız.
Türkiye’nin bize bu konuda çok büyük katkı ve desteği olacaktır.
Hani hep söyleriz ya “AB’nin yolunu aşındırmalıyız, AP koridorlarını arşınlamalıyız” diye.
İşte bunu yapalım.
Uluslararası tüm spor örgütlerinin kapısını çalmalı, gerekirse oralarda kamp kurmalıyız.
Yine mi “olmaz” diyorsunuz..?
Yanılıyorsunuz, yanıltıyorsunuz, bundan vazgeçin derim.
Bugünlerde gençlerimizin sadece Türkiye’deki spor müsabakalarına katıldıkları konu edilince bu noktaya dikkat çekmek istedim.
Umarım spor adamlarımız bu yönde adım atarlar.
Her işi siyasete bırakmak olmaz..