KKTC’nin Türk Devletleri Teşkilatına Üyeliği

Abone Ol

 

Son elli yıldır gündemde olan Kıbrıs sorunu, Rumların ve Yunanlıların iddia ettiği gibi 1974 yılında başlamadı, Türkiye, adayı işgal etmedi. Rumların ve Yunanlıların yanıltıcı kara propagandası sanki de Türkiye Kıbrıs adasını hiçbir neden yokken 1974 yılında işgal etmiş gibi göstermeye çalışıyor ama gerçekler hiçte böyle değil. Kıbrıs sorununu anlamak için gerçekleri iyi bilmek gerekiyor, tabi niyet varsa…

Ben 1950-1960 yılları arasında Rumların Enosis ülküsünü hayata geçirmek için Kıbrıs adasında estirdikleri terörü ve yaptıkları katliamları anlatmayı bir başka zamana erteleyip, 1974’e uzanan süreci kısaca özetleyeyim;

Kıbrıs Cumhuriyeti 1960 yılında, Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Rumların “Kurucu Toplumlar” ortaklığı ile kuruldu. Anayasa’da Ermeniler, Maronitler ve Latinler azınlık statüsünde yer alırken, Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, yöneticiler olarak yer aldı. Türkler sayıca Rumlardan daha az olduklarından, Rumların tek başlarına aldıkları kararlarla baskıcı ve kısıtlayıcı yöntemlerle adayı tek başlarına yönetememeleri, adayı Yunanistan’a bağlayamamaları için Kıbrıslı Türklerin yönetim ve karar mekanizması içinde, her aşamada veto hakları bulunmaktaydı.

Kıbrıslı Rumlar süreç içinde anayasanın, Kıbrıslı Türklere yönetimde ve egemenlikte ortaklık hakkı vermesinden çok rahatsız oldular. Adayı tek başlarına yönetebilmek ve ilk fırsatta Yunanistan’a bağlamak için, Anayasa’da Kıbrıslı Türklere ortaklık hakkı veren “13 maddeyi iptal etme” girişimleri başlattılar.

Önce Kıbrıslı Türklere Anayasa’da Kıbrıslı Türklere ortaklık hakkı veren 13 maddenin iptal edilmesi teklifini yaptılar. Kıbrıslı Türker bu teklifi reddince, teklifi bu kez garantör ülke Türkiye’ye götürdüler. Türkiye de bu teklifi reddedince, anayasal değişikliği silah zoru ile yapmanın yolunu seçtiler. Kıbrıslı Türkleri topluca imha etmek için Yunanistan’dan gönderilen subayların yardımı ve planlaması ile “Akritas” isimli bir silahlı saldırı planı yaptılar. 21 Aralık 1963 günü de bu planı yürürlüğe koyarak, Kıbrıs adasında çoğunluğu küçük köylerde yaşayan Kıbrıslı Türklere saldırarak katliamlar yapmaya başladılar. Yunanistan, 1 Ocak 1964 tarihinde, Kıbrıslı Türklerin imha edilmesine katkı koymak amacı ile uluslararası kurallara aykırı olarak Kıbrıs adasına 20 bin kişilik bir Yunan Tümeni gönderdi. Kıbrıslı Türkler de kendilerini savunmak için birlik olup elden geldiğince Rum saldırılarına karşı koymaya çalıştılar. 1964 yılının ilk yarısında, Kıbrıslı Türkleri imha planı içeriğince birçok Türk köyü yakıldı yıkıldı, Kıbrıslı Türkler öldürüldü, mallarına, evlerine, tarlalarına, canlı hayvanlarına ve zahirelerine el konuldu. 1967 yılındaki büyük saldırıdan sonra Türkiye’nin ağırlığını koymasıyla biraz geri adım attılarsa da, Kıbrıslı Türklerin sosyal, ekonomik  esareti ve korkuları 1974’e kadar devam etti.

Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios ile Yunanistan’da iktidarda olan Albaylar Cuntasının arası bozulunca Yunanistan, Makarios’u devirmek için 15 Temmuz 1974 tarihinde askeri bir darbe yaptı. Darbeciler Kıbrıs Cumhuriyetini lağvetti ve adına “Kıbrıs Helen Cumhuriyeti” dedikleri yeni bir devleti ilan ettiler. Sonra da bu devleti Yunanistan’a ilhak ettiklerini açıkladılar.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yıkılıp, Kıbrıs adasında yeni bir devletin ilan edilmesi ve Kıbrıs adasının Yunanistan’a ilhak edildiğinin açıklanması, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına ve uluslararası hukuka aykırı olduğundan Türkiye, garantör ülke sıfatı ile Kıbrıs Cumhuriyetini hayata geçirmek için 1974 yılında müdahalede bulundu.

İşte Rumların ve Yunanlıların, “Türkiye adayı işgal etti” suçlamalarının perde arkası aynen bu şekilde. Suçlama tamamen hayal ürünü ve kendi yaptıklarını örtme çabasından öteye değil.

Türkiye’nin 1974 yılındaki haklı ve meşru müdahalesinden sonra, Kıbrıslı Rumların saldırılarından korunmak için Kıbrıslı Türkler adanın kuzey bölgesine göç etti ve kendi yönetimlerini kurdular. 1975 yılında Kıbrıs’ta Rumlarla birlikte ve ortaklaşa bir “Federal Devlet” kurulması amacı ile “Kıbrıs Türk Federe Devleti” ilan edildi. 1977 yılında başlayan ikinci etap müzakereler, Kıbrıslı Rumların adaya tek başlarına hakim olmak arzuları nedeni ile 6 yıl boyunca hiçbir sonuç vermeyince Kıbrıslı Türkler 1983 yılında, Kıbrıs müzakerelerine eşit statüde devam etmek için “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”ni (KKTC) ilan ettiler.

Türkiye’nin meşru müdahalesinin- Rum tezleriyle eşdeş bir şekilde- işgal olduğunu savunan (başta, ABD ve Avrupa Birliği olmak üzere) Batı dünyası, Kıbrıslı Türkleri tanımak yerine cezalandırmayı seçtiler. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde aldıkları insanlık dışı kararlarla Kıbrıslı Türkleri dünyadan izole ettiler, dünya devletleri ile bağlarını kopardılar ve Rumların idaresi altına sokmak için elden geleni yaptılar. Aradan 48 yıl geçmiş olmasına rağmen halen daha Kıbrıslı Türklerin dünya ile bağları kopuktur. Direkt uçuşlar yoktur. Ticari, ekonomik, kültürel, eğitimsel, sportif ve politik her tür bağlantıları engellenmiş durumdadır.

Şükür ki, aradan 59 yıl geçtikten sonra uluslararası bir topluluk olan, “Türk Devletleri Teşkilatı” Kıbrıslı Türkleri, kendi kurdukları devletlerinin adı ile gözlemci statüsünde olsa bile üyeliğe kabul etmiştir.

İşin kötü tarafı, “İnsan hakları, demokrasi ve özgürlükler”in bayrak taşıyıcısı olmakla övünen ABD, Avrupa Birliği, Kıbrıslı Rumlar ve Yunanların, Kıbrıslı Türklerin Türk Devletleri Teşkilatına üyeliğini iptal ettirmek ve bozmak için elden geleni yapıyor olmalarıdır.

Bu üyelik, dünyaya açılan bir kapı olması nedeni ile Kıbrıslı Türkler için çok önemlidir. Kıbrıslı Türklerin artık yalnız olmadıklarını, arkalarında toplam 1 trilyon Doları aşkın hizmet ve mal üreten, 170 milyonluk nüfusa sahip üyesi bulunan, askerî ve siyasi açıdan tek ülke hâline gelmek adımlarını atan Türk Devletleri Teşkilatı’nın olduğunu göstermektedir.

Batı dünyasının sıkıntısı da budur. Hiçbir zaman ve koşulda artık, Doğu Akdeniz’de tek başlarına hakimiyet kuramayacakları, mevcut petrol ve doğalgaz yataklarına sahip olamayacakları endişesi ile hem Türkiye’ye saldırmakta, hem de KKTC’nin görünür olmasından duydukları rahatsızlığı gizlememekteler.

Ki, Batı dünyasındaki “insan hakları, özgürlük ve eşitlik kavramının” hangi değer ve seviyede olduğunu, İngiltere Başbakanı Churchill’in “bir damla petrol, bir damla insan kanından daha değerlidir” sözü net bir şekilde açıklıyor.

Tabi Batının esas niyetini de…