“… “Dışlanmak” diyordu ne kadarda kötü…
Anlaşılmamak, ötekileştirilmek ve her defasında red edilmek…
Birçok kez iletişim kurmaya çalıştığı halde bunu bir türlü başaramamıştı.
Kimse onu bu kaba haliyle dinleyemeye tahammül edemiyordu, kendisi de pek ala durumun farkındaydı.
Kimi zaman hırçın kimi zaman da umursamaz tavırlarla çevresine kalın bir duvar örmüş, ilişiğini kesmişti dış dünyadan.
Çalan telefonlara dahi bakmıyordu!
İçinden gelmiyordu konuşmak…
Yine böyle bir günün sabahı aralık camdan duyduğu kuş seslerine kulak kabarttı.
Ne kadar da hayat dolu ne kadar da neşeliydiler…
Ama nedense bu güzellik rahatsız etti onu.
Dayanamadı ve hızlı bir hareketle camını kapatıp kilitleyiverdi, bir daha aralanmasın diye.
Uzanıp perdesine sert bir hareketle çekti güneşliğini.
Durdu biran ve arkasına baktı, güneş sızıyor mu diye…
Güneş bu, gücü ile baş etmek mümkün mü?
Döndü ve bu kez itina ile oranladı perdesini camın iki yanına…
Günün umut dolu o sabah saatinde karanlık bir odada duruyordu.
Karanlık ve havasız…
Aldırmadı.
Yığıldı koltuğuna ve uzanıp eliyle, yerde duran ayaklı lambanın elektrik düğmesine bastı.
Çevresinde koyu renkli bir şapkası olan bu ihtiyar abajurun 40’lık ampulüne sığındı yine.
Loş bir ışık ile aydınlanır gibi oldu oda.
İçeride ağır ve kasvetli bir hava vardı.
Biran oturduğu yerden başını sağ doğru çevirdi ve duvarda asılı aynada kendini aradı.
Ancak omuzlarına kadarını gördüğü vücudu üzerinde duran başı, dağılmış saçlarının arasında gözüne güzel göründü.
Baktıkça yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi.
Alçak dağların yaratıcısına bakıyor gibiydi…
Hiçbir beklentisi olmadan yaşadığı dünyasında kusurlarını görmüyor, görmedikçe de mutluluğu artıyordu…”