Yine sınıfta kaldık.
Depreme hazırlanırken sağanak yağmura teslim olduk.
Okul binaları güven vermediği için kurduğumuz çadırları su bastı.
Yani, çadır kurmayı bile beceremedik.
Ama hala öğünüyoruz.
Öğündüğümüzde mangalda kül bırakmıyoruz.
Yok şöyle kültürlüyüz, yok böyle kültürlüyüz diye.
Okur yazarlık oranımız ve üniversite mezun sayımızla da öğünmekteyiz.
Ama gel gör ki bu öğünmenin faydasını gerçek hayatta göremiyoruz.
Her şey sıkıntılı.
Yollarımız yol değil.
Hastanelerimiz hastane değil.
Okullarımız da okul değil.
Bir ülkede, yollar da hastaneler de okullar da yıpranabilir, zarar görebilir.
Zaman içerisinde, hayat aktıkça bunlar olağan şeyler.
Bizim ülkenin de yolları, hastaneleri ve okulları zamanın yarattığı tahribattan nasibini alacaktır.
Bu gayet doğal.
Doğal olmayan bizlerin davranışı.
Yolların, hastanelerin ve okulların bu durumunu kabullenmemiz anlaşılır bir şey değil.
Evet, kabuleniyoruz.
Şimdi lütfen kimse çıkıp da bana “biz kabullenmiyoruz” demesin.
Çünkü size “peki kabullenmiyorsunuz da ne yapıyorsunuz” diye sorarım.
Sadece şikayet etmek yetmez.
Yetmiyor.
Yaşıyor ve görüyoruz.
Birileri bu ülkede görevini yapmıyor.
Ve bu “birileri” oldukça geniş bir topluluk.
Öyle üç-beş kişinin başarabileceği bir yıkım değil yaşadığımız.
Evet, bir yıkım.
Büyük bir yıkım yaşamaktayız.
Bu yıkımı biz yarattık.
Depreme gerek yok.
Biz varken...
Yapmıyoruz, görevimizi ve sorumluluklarımızı yerine getirmiyoruz.
Nüfusunun yarısından fazlası kamu görevlisi bir ülkede eğer kamu hizmetleri aksıyorsa bundan sadece kamu çalışanları değil kamunun tamamı sorumludur.
İlk hedefimiz, herkesin kendi işini eksiksiz yapması olmalıdır.
Eğer bunu başarabilirsek, yollarımız da hastanelerimiz de okullarımız da tamam olur.
Yavrularımız, daha doğrusu geleceğimiz çadır eziyeti yaşamak zorunda kalmazlar.
Çok mu zor bunu yapmak..?
Asla değil...
Yeter ki niyet olsun..